Almanlar 1938’de Avusturya’yı ilhak ettikten sonra Leo kaçmayı denedi. Sonunda Belçika’ya vardı. 1940’ta Fransa’daki St.-Cyprien kampına sürüldü, ancak kaçtı. Leo 1942’de gizlice İsviçre’ye kaçırıldı ancak tutuklanarak tekrar Fransa’ya, bu sefer Rivesaltes ve Drancy kamplarına gönderildi. Trenle Polonya’daki Auschwitz’e götürülürken bir arkadaşıyla birlikte trenden kaçtı. Leo 1943’te Fransız yeraltı örgütüne katıldı. 1947’de Amerika Birleşik Devletleri’ne geldi.
Tren sabahleyin yarım saat ya da bir saat mesafedeki Paris’e doğru yola çıkar çıkmaz o parmaklıkları sökme işini gerçekleştirmeye karar verdik. Bir kıyafeti ya da havluyu ıslatınca burkma geriliminin güçlendiğini biliyorduk. O şekilde sıkınca turnike gibi iş görürdü. Süveterlerimizi, kazaklarımızı, V yakalarımızı çıkarıp kovadaki insan dışkısına batırdık. Aslında kovayı kullanmamıza gerek yoktu çünkü tuvaletimizi yere yapıyorduk, üstünde geziyorduk ve soluyorduk. Bahsedince bile o koku hâlâ burnuma geliyor. Ve o kazakları parmaklıklara sarmak için kullandık. Bunlar parmaklık olsun. Ve kazaktaki bütün sıvı akana kadar büktük, büktük. O ana kadar büyük bir güç oluşturdu ve bunu sırayla, parmaklıklar çerçevenin içinde oynayana kadar yaptık. Oynadıklarını gördük. Neden mi? Çünkü çerçevedeki pas, toz hâlinde dökülmeye başladı. Paslı toz hâlinde. Parmaklıkların oynadığını görmemiz, klişe tabirle ya da nasıl denir, mecazen tünelin ucundaki ışıktı. Aynen öyleydi. Bu sıklıkta devam edersek o parmaklıkların sonunda bükebileceğimiz kadar yumuşayacağını biliyorduk. Bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı. Sonunda aralarından sıkışarak geçmemize yetecek kadar bir açıklık oluşturana dek büktüğümüz için yerinden oynadı. Ve geçtik. Biraz uğraştıktan sonra geçtik. Kaçtıktan sonra sonsuzluk kadar uzun gelen bir süre bir hendekte yattık. Köye doğru yol aldık. Sabaha kalmadan bir fırına gittik. Oradaki çırak sabaha kadar ekmek çıkmayacağını söyledi. Biz de ekmek istemediğimizi, köy rahibinin nerede oturduğunu sorduk. Fırıncı bizi rahibin, kilise odasının bitişiğindeki evine götüreceğini söyledi. Ve rahibe gittik. Yahudi yıldızlarımızı sökmüştük. Şimdi düşünüyorum da üzerimizde o yıldızlar olsaydı rahip için daha güven verici olurdu. Çünkü kim olduğumuzu bilirdi. Gerçi tuzak kuruyor da olabilirdik ama ona trenden kaçtığımızı, kendisine karşı dürüst olduğumuzu söyledik. Onun bir işbirlikçi olup olmadığını bilmiyorduk ama adamın yüzünü görür görmez emin ellerde olduğumuzu anladık. Rahip bize “Evet, haftada birkaç kez gelirler buraya” dedi. Bunu biliyoruz ama bize “Geceyi burada geçirmenize izin verebilirim. Ama sabah çok erkenden sizi sıcak yatağınızdan kaldırırım çünkü saat beşle altı arasında hemen her gün bir devriye gelir buraya” dedi. Bize sıcak süt, ekmek ve peynir verdi. Kuş tüyü yatağa yatırdı, altımıza tertemiz, bembeyaz çarşaflar serdi. Drancy’de beton zemine serilmiş hasırın üstünde, farelerle birlikte, leş gibi kokan bir yerde yattıktan sonra burası bulutların üzerindeymişiz gibi geldi bize. Sabahleyin bizi yumuşak sesiyle uyandırdı. “Arkadaşlar, Kalkmalısınız. Gitmelisiniz. Çünkü... Malum...” Bize bir meslektaşına teslim etmemiz için bir mektup verdi. O da çok uzakta olmayan bir köyün rahibiymiş. Ertesi günü de onun evinin bitişiğindeki ahırda geçirdik. Samanlıkta değil, ahırda. Ve o gece ineklerin arasında yattık.
We would like to thank Crown Family Philanthropies, Abe and Ida Cooper Foundation, the Claims Conference, EVZ, and BMF for supporting the ongoing work to create content and resources for the Holocaust Encyclopedia. View the list of donor acknowledgement.